BRICS ve sonrası: Eski ölür, yeni doğamazken... - Tolga Tören

 

                 Foto: New Cold War

BRICS, 6 yeni üyenin katılımıyla birlikte, dünya safi yurtiçi hasılasının yüze 36'sını, dünya nüfusunun yaklaşık yarısını kapsayan, dünya petrol çıktısının yüzde 42'sini üreten bir birlik haline geldi.

Başarıp başaramayacakları konusunda şimdiden birşey söylemek zor olsa da ve bu konu birçok çevrede tartışılmaya devam etse de, BRICS'in önemli gündem maddelerinden birisi ABD dolarının dünya ekonomisindeki egemenliğine son vermek.

znetwork'te Branko Marcetic'in de vurguladığı üzere, örneğin dünyanın en büyük petrol ithalatçısı olan Hindistan, indirimli Rus petrolünü Çin yuanı dahil dolar dışındaki paralarla satın almaya başlamış durumda. Çin ve Suudi Arabistan hükümetleri de petrol ticaretini yuan ile gerçekleştirmeyi tartışıyor.

Yazar, ayrıca, "Yükselen Bir Emtia ("Commodity") Koalisyonu" başlıklı rapora dayanarak, BRICS ülkelerinin toplamda (bakır, demir cevheri ve çelik gibi) küresel emtia arz ve tüketiminin neredeyse yarısını gerçekleştirdiğini belirtiyor.

Tüm bunlar, elbette BRICS'i, yıllardır ABD ambargosu altında varolmaya çalışan Suriye, Venezuela, Küba gibi ülkeler için de cazip bir birlik haline getiriyor.

Nitekim bu ülkelerin hepsi de üyelik için başvurmuş durumda.

BRICS'e Afrika kıtasından Güney Afrika Cumhuriyeti'nin katılmış olması, bu ülkenin sadece kıtadaki iktisadi, siyasi, askeri ve sembolik ağırlığı açısından değil jeopolitik dengeler açısından da önemli. Batının kıtadaki eski müttefiklerinden Etiyopya'nın BRICS'e üye olmaya hazırlanması da bu bağlamda değerlendirilebilir.

Güney Afrikalı Marksist sosyal bilimci Patrick Bond da benzer bir noktaya, ABD'nin "Ortadoğu"daki eski müttefiklerinden birisi olsa da son zamanlarda dış ilişkilerinde "çeşitlilik" politikası izleyen, Çin aracılığı ile İran ile tarihi bir barış sürecine giren, dahası petrol ticaretinin bir kısmını yuan ile gerçekleştiren Suudi Arabistan açısından dikkat çekiyor.

AfrikaDefterleri ve guzelgunlergorecegiz.blogspot.com'da yayımlanan "Afrika’da hegemonya savaşları" başlıklı yazıda da, yeni dönemde hegemonya savaşlarının en görünür olduğu alanlardan birisinin Afrika kıtası olacağı ifade edilmişti.

Bu durum, giderek daha görünür hale geliyor.

Bu bağlamda Çin devlet başkanı Xi Jinping'in 9 - 10 Eylül 2023 tarihlerinde Yeni Delhi'de gerçekleşecek G20 zirvesine katılmayacağını ilan etmesi de akılda tutulmalı. Bu konuda Jinping'in sağlık sorunlarından, Çin'in iç siyaset dengelerine, Hindistan ve Çin arasındaki sorunlara kadar rivayetler muhtelif olsa da bu rivayetler arasında G20'nin Jinping'in şahsında Çin için öneminin ortadan kalkmış olması da var.

Çin'in alternatif dünya düzeni!

Daha önceki yazılarımda Batı medyasının BRICS ve benzeri oluşumları biraz küçümseme ile ve daha çok kırılgan yanlarını, çelişkilerini öne çıkararak ele aldığını ifade etmiştim. Ama bu kadarı ile sınırlı olduğunu söylemek zor.

Batı medyasında BRICS ve benzeri oluşumlara ilişkin altı çizilen bir başka nokta da, BRICS'in oluşumunda Rusya ile birlikte Çin'in, ama özellikle Çin'in, rolü.

Bir başka ifadeyle, bu tür oluşumlar daha çok Çin'in yayılma stratejilerinden birisi olarak görülüyor ya da aktarılıyor.

Örneğin Financial Times gazetesinden James Kyng, "Çin'in Alternatif Bir Dünya Düzeni Planı" başlıklı yazısında, Çin devlet başkanı Xi Jinping'in 2021 Eylül'ünde gerçekleşen Birleşmiş Milletler toplantısında kimi iyi niyetli klişeleri dile getirdikten sonra Küresel Kalkınma İnisiyatifi önerisini dile getirdiğini not ediyor.

Ki, bu öneriyi, Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve Küresel Medeniyet İnisiyatifi başlıklı iki başka öneri izledi.

Yazara göre, ilk girişim, Küresel Kalkınma İnisiyatifi, Çin'in şimdiye kadar "küresel güneyin" desteğini almak için attığı en cesur adımlardan birisi ve Çin'in, kurmaya çalıştığı yeni uluslararası düzen açısından son derece önemli.

Keza, bu tür girişimler söylem düzeyinin bir adım ötesine geçerek, bir kurumsallaşma çabasına işaret ediyor.

Yazar, ayrıca Çin'in sadece Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, G20 gibi oluşumlardaki pozisyonunu güçlendirme çabasında olmadığını, Şangay İşbirliği Örgütü, BRICS, Kuşak Yol İnisiyatifi gibi oluşumlar aracılığıyla da kendi alternatiflerini de yaratma peşinde olduğunu kaydediyor.

Öte yandan Çin, yakın zamana kadar Batı ülkelerinin daha baskın olduğu Afrika Birliği'nin de G20'ye alınmasını önermiş durumda. Bu üyeliğin gerçekleşmesi sadece G20'nin üye sayısının 21'e çıkması değil, Afrika Birliği'ne dahil olan ve Çin'in etkisinin arttığı 55 Afrika ülkesinin de G20 ile ilişkilenmesi anlamına gelecek.

BRICS üyeleri Çin'in uyduları mı ?

Financial Times gazetesinin bir başka yazarı Alan Beattie de, Vladimir Putin'i kastederek, "bir ülke liderinin savaş suçlarından tutuklanma korkusuyla uzak durduğu uluslararası zirvelerin sayısı fazla olamaz" ifadeleriyle başladığı "Brics ülkeleri ne kadar Çin'in uydusu olma riski taşıyor" başlıklı yazısında, benzer bir mantık güdüyor.

Yazara göre BRICS'i oluşturan asli öge, kuruluşunu önceleyen zaman diliminde beklenmedik bir şekilde bir araya gelen olaylar dizisi:

- Çin'in düşük maliyete dayalı imalat sanayinin Deng Xiaoping döneminde gerçekleştirilen reformlardan, yani dışa açılma sürecinden faydalanması,

- Rusya ve Brezilya'nın 1990'lı yılların ekonomik kaosundan çıkış sürecinde olması,

- Hindistan'ın 1990-1991 yıllarında yaşadığı ödemeler dengesi krizinden liberalleşme aracılığıyla gelen büyüme ile çıkması,

- Güney Afrika Cumhuriyeti'nin ırkçı rejimin 1994'te sona ermesinin yarattığı güçlenmenin etkisi...

Yazara göre, diğer ülkeler emtia ihracatına bağımlı kalmaya devam ederken bir tek Çin teknolojik ilerlemeler kaydederek önemli bir atılım yaptı. Böylelikle, ABD ekonomisine rakip hale gelmekle kalmadı, satın alma gücü paritesi açısından bakılırsa, daha büyük hale de geldi.

BRICS içindeyse, diğer BRICS üyeleri Brüksel ve Washington ile iyi ilişkiler sürdürme çabasındayken, Çin teknoloji ve stratejik açıdan ABD ile yarış içerisinde.

Bu haliyle Çin BRICS'i istikrarsızlaştıran bir öge.

Düşmanı tanımlamak

Yukarıda Batı medyasının BRICS ve benzeri oluşumları küçümseyerek, daha çok kırılgan yanlarını, çelişkilerini öne çıkararak ve Çin'in yayılma stratejilerinden birisi olarak ele aldığını ifade etmiştim.

Bu türden bir yaklaşım, Marksizmin kavramları ile konuşacak olursak, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme dinamiğini ihmal ediyor kuşkusuz. Herşeyden önce sermayenin yayılmacı doğası yerine, sermayenin bir örgütlenme ölçeğinin politik formu olan ulus devleti ya da kişileri (Xi Jinping, Putin...) baz aldığı için.

Ancak batı medyasının liberal kalemlerinden Marksist bir bakış açısı beklemek, elbette, safiyane olur.

Düşünce kuruluşlarından, üniversitelerden, devletten ve dahi istihbarat kaynaklarından, önemli girdiler elde eden, dolayısıyla bilgiyi operasyonel kılmada bir hayli başarılı olan bu medyayı cehaletle ya da yaşanan gelişmeleri anlamamakla itham etmek ise ziyadesiyle iddialı.

Bu noktada bir soru önem kazanıyor.

Çin ve Rusya'nın BRICS'in oluşumundaki rolü aşikar olsa da, BRICS'e üye diğer ülkeler, birliğe "uydulaşma" olarak tanımlanabilecek bir tek taraflı belirlenim altında mı katılmaktadır?

Güney Afrika, Hindistan, Suudi Arabistan ve benzeri ülkelerin sermaye birikimi düzeyleri, sahip oldukları kaynaklar, bölgelerindeki ağırlıkları gibi bir çok faktör dikkate alındığında, öyle olduğu yanıtını vermek zor.

O halde, bu tür oluşumların, kapitalist üretim ilişkilerinin doğal gelişim dinamikleri ihmal edilerek, tek başına Çin devletinin yayılmacılığı ile ya da başka devletleri "uydulaştırma" çabası ile açıklamanın tek bir anlamı olabilir:

Olası rakibi ya da "düşmanı", şimdiden tanımlamak, işaret etmek. Ve aynı zamanda, bir sosyal ilişkiler bütünü olarak sermayenin yayılma zorunluluğunun yol açtığı çatışma dinamiklerini görünür olmaktan çıkarmak.

Düşmanı izlemeye almak!

Yukarıda aktarılan durumun göstergeleri de az değil.

Örneğin ABD ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan, BRICS'i bir jeopolitik rakip olarak görmediklerini, BRICS üyeleri arasındaki çıkar çatışmalarının çok fazla oldugunu ifade etse de, Beyaz Saray, ABD güvenlik aparatları ya da kurulu düzenin yerleşik kurumları BRICS'i yakından izlemeye devam ediyor.

Bu durumun göstergelerinden birisi Johannesburg'da gerçekleşen BRICS zirvesine mevcut "statükonun" en önemli kurumlarından birisi olan ve BRICS üyelerinin dönüştürülmesini talep ettiği Birleşmiş Milletler'den üst düzey bir katılım gerçekleşmesi.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres sadece toplantıya katılmakla kalmadı, yaptığı konuşmada zirvenin temel temasını oluşturan Afrika kıtasına özel bir ilgi gösterilmesi gerektiğini belirttikten sonra şu sözleri dile getirdi:

"Kurumlarımızı gerçekten evrensel bir karaktere kavuşacak şekilde reforme edemezsek, parçalanma riskiyle karşı karşıya kalırız ve parçalanma bir gün bir çatışma faktörü olabilir (...). Gelişmiş ülkeler bu konuda özellikle sorumluluk sahibidir... ”

Öte yandan, ABD temsilcilerinin, 9 - 10 Eylül 2023 tarihlerinde Yeni Delhide gerçekleştirilecek olan G20 toplantısında, son BRICS zirvesinin başlığında da yer alan "uluslararası işbirliği" ("partnership") konusunda güçlü bir vurgu yapması bekleniyor.

Almanya'nın kapıları açık ama...

Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, kamuoyu önünde, BRICS'in çok büyük bir anlaşma olmadığını ve ülkelerin hangi işbirliği içerisinde yer alacaklarını seçme konusunda özgür olduklarını söylese de, bu durumun kendisi dahi BRICS oluşumuna nasıl yaklaşılacağına dönük bir strateji belirlendiğini ele veriyor.

Nitekim Deutsche Welle'nin aktardığına göre, Berlin'in kapıları İran hariç tüm BRICS üyelerine her zaman açık. Yani Alman "statükosu" BRICS üyelerini karşısına almama stratejisi izliyor.

Baerbock'un partisi Yeşiller / Birlik 90'ın dış politika koordinatörü Reinhard Bütikofer ise, kamuoyuna yansıtılan diplomatik ifadelerin ötesine geçerek şu sözleri sarfediyor:

"BRICS zirvesi tarihsel gerçekleri ortaya koymuştur. Üyeleri arasında kayda değer farklılıklar olsa da, bu BRICS'in uluslararası önemini büyük ölçüde arttıracaktır".

Sonrasında da ekliyor Bütikofer:

"Avrupa'nın, yoksul ve gelişmekte olan ülkeler için inanılır, güvenilir ve adil bir partner olmak istediğini kanıtlamamız icin çok zamanımız yok. Bunu başaramazsak, bu ülkelerin çoğu yüzlerini Avrupa yerine BRICS'e dönebilir".

"Yeni soğuk savaş"!

Tüm bunların yeni bir soğuk savaş anlamına geldiği tartışmasız.

Öte yandan yukarıda Batı medyasının kimi kaynaklarından aktarılan kimi ifadeler İkinci Dünya Savaşı sonrasının ABD merkezli yeniden yapılanmasında önemli rol oynamış soğuk savaş teorisyeni Walt Whitman Rostow ile ABD Güvenlik Danışmanı Max W. Millikan'ın şu sözlerini çağrıştırır nitelikte:

“...geçiş bölgelerindeki Amerikan politikasının temel amacı, yerel enerjileri, yetenekleri ve kaynakları modernleşmenin yapıcı görevlerine odaklamak için elimizden gelen her türlü etkiyi kullanmaktır (... )"*

Sonra da ekler Rostow ve Millikan:

"Moskova ve Pekin'in yeni ulusların Nasır, Sukarno ve diğer komünist olmayan liderlerini geleceğin Çan Kay Şek'leri olarak göreceğine dair çok az şüphe var".*

Elbette yukarıdaki satırlar yazıldığında dünya jeopolitiği bugünkünden çok farklıydı.

Herşeyden önce, dönemin tarafları, alternatif bir dünya düzenini temsil eden Sovyetler Birliği ve kapitalist sistemi temsil eden Batı ittifakı idi.

Sovyetler Birliği'nin varlığının yarattığı "korku" ise, burada süregiden sosyalizm deneyiminin muazzam başarılarından kaynaklanmıyordu.

Sovyetlerin faşizme karşı mücadelede oynadığı rolün yanında, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde ve sonrasında yükselişe geçen Avrupa işçi sınıfının ve dünyanın çeşitli yerlerindeki ulusal kurtuluş hareketlerinin aklında, 'başka bir dünya mümkün' fikrini her an canlı tutan bir alternatif olarak varlığıydı.

Eski ölür, yeni doğamazken...

Emeğin deviniminin günümüzde de son deece canlı bir şekilde devam ettiğini söylemek mümkün. Bu konuyu bu blogda yayımlanan "21. yüzyılda emek ve direniş üzerine notlar – III" başlıklı yazıda ele almıştım. Teorik ve amprik olarak çok daha zengin bir başka değerlendrirme için Şahan Savaş Karataşlı'nın Katkı dergisinin "Topumsal Hareketler" başlıklı 10. sayısında yayımlanan "Kapitalizm, emek ve artık nüfus:21. yüzyılda işçi hareketlerini nasıl anlamalı?" başlıklı yazısını ayrıca tavsiye ederim.

Dünyanın farklı yerlerinde, farklı formlardaki direnişler aracılığıyla kapitalizmin meşruiyeti ya da sonuçlarının yarattığı tahribat sorgulandığı gibi, başta Çin olmak üzere, dünyanın bir çök bölgesinde de yeni işçileşme örüntüleri görülüyor.

Kimi BRICS ülkelerinde uygulanan politikalar da bu konuda önemli bir rol oynuyor :

- Çin'deki kentleşme politikalarının yarattığı devasa göçmen işçi sınıfı, imalat sanayinde çok sayıda işçi intiharına da yol açan çalışma koşulları,

- Suudi Arabistan başta olmak üzere gerici körfez ülkelerinde uygulanan ve bir nevi kölelik sistemi olan Kafala sistemi,

- Güney Afrika'da, 2012'deki Marikana katliamının da görünür kıldığı, işçi sınıfının küçük bir azınlığı haricinde, fiili ırk ayrımcılığı ile iç içe geçmiş emek süreçleri...

Örnekleri çoğaltmak mümkün...

Çin Komünist Partisi'nin "Çin'e özgü sosyalizm" iddia ve politikasının varacağı yer henüz netlik kazanmamış olsa da, bu yerin, Çin'deki sınıfsal süreçlere göre şekilleneceği tartışmasız olsa da, bu yönelimin mevcut sistem içi dengeleri sarsmada önemli rol oynadığı tartışmasız.

Ancak herşeye rağmen, dipten gelen dalganın yarattığı rüzgar olmaksızın "yukarıdan" kurulan hiçbir ilişki yeni bir dünyanın kapısını aralamayacak.

Bu ifade, içinde yaşadığımız uluslararası düzende önemli çatlamalar gerçekleştiği, bu anlamda, Antonio Gramsci'nin ifadesiyle "eskinin ölmekte olduğu" gerçeğini değiştirmezse de, doğamayanın nasıl doğabileceğine ilişkin ipuçları da sunuyor.


---

* M. F. Millikan & W. W. Rostow (1958) "Foreign Aid: Next Phase" Foreign Affairs 36(3), 418-436

Yorumlar